İnen Var


Ülke gibi bir şehirde yaşıyorsanız beyninizde endişe otobanları inşa edilir. İlk günden, bu otobanlarda hız limitlerine aldırış etmeyen onlarca endişe, hava kirliliğine sebep olur, tüm havanızı bozarlar. Nereye baksanız bina, araba ve insan doludur. “Ne işim var burada?” diye düşünemezsiniz bile. Oradan oraya koşuşturmaya çalışırsınız robotlaşmış bedenler misali. Bedeninizin günden güne yaşlanması ve aşırı yıpranması ile kurtulamazsınız. Ümitleriniz, hayalleriniz de yıpranır ve yaşlanır. Ne bir ümidiniz kalır ne de tek bir hayaliniz…

Güne çok erken başlarsınız. Hani o sağlıklı yaşam sitelerinde anlatıldığı gibi erken kalkıp, yürüyüşlerini, koşularını yapıp evlerine gelen daha sonra sıcacık duşlarını alıp, organik taze portakal suları eşliğinde kahvaltılarını yapanlar gibi değil ama. Beş dakika fazla dinlenmek ve uyumak için son saniyelere, son saliselere kadar uyumaya çalışırsınız. Yataktan kalkar kalkmaz ayaklarınızda büyük bir ağırlık… Hareket edemezsiniz, vücudunuz iki üç kat ağırlaşmış mermerleşmiştir adeta. Çabucak hazırlanır, kahvaltı yapmadan evden çıkarsınız.

En yakın toplu taşıma aracı durağına kadar seri adımlarla yürümeye çalışırsınız. Bacaklarınız adım atamaz, yere her bastıkça vücudunuzun tüm ağırlığını hissedersiniz tabanlarınızda, topuklarınızda ve parmaklarınızda. Durağa ulaştığınızda biraz soluklanabilirsiniz. Şimdi bekleme zamanı, gözünüz saatte, aracın erken ve boş gelmesi ümidiyle yola bakarsınız hep. Gelen geçen servislerin, arabaların ne kadar bomboş olduklarını görürsünüz. Ama sizin şansınıza beklediğiniz araç tıka basa dolu gelir. Buna binmeyeyim, bir sonrakine binerim deme şansınız yoktur. İşe geç kalmamak için binersiniz, arkaya doğru da yavaş yavaş ilerlersiniz şoförün uyarılarıyla…

Daha birkaç dakika önce tertemiz yıkanmış paklanmışsınızdır, belki aldığınız pahalı parfümlerden de sıkmışsınızdır, ama o kalabalık, sıkış sıkış ve havasız ortamda buram buram terlemeye başlarsınız. Tutunacak yerler ararsınız, düşmemeye çalışırsınız, etrafınızdakilerin sessiz olması dikkatinizi çeker. Onlar da sizin gibi sessizlik içinde gidiyorlardır, işlerine, okullarına. Bazılarına diş fırçası ve macunu hediye etmek bile istersiniz. Şimdiye kadar kimsenin ağız kokusunu çekmemişsinizdir ama buradan kaçış yok, ineceğiniz durağa daha çok var. Sıkışan trafik içinde düşünüp durursunuz. Neyi mi? Yarını, öbür günü, daha öbür günü…

“Müsait yerde inen vaaarr!” diyebilmenin mutluluğunu ancak otuz kırk dakika sonra yaşarsınız. Bacak kaslarınız yeniden hareketlenir. Hızlı adımlarla işinize doğru koşarsınız adeta. Buram buram terlemek, nefes nefese kalmak, sabah sabah yorulmak buna denir değil mi? Hareket ettikçe, yürüdükçe karnınız da acıkır, dipten dibe kazınır ama zamanınız yok bir şeyler atıştırmaya, zamanınız olsa da kim bilir belki de cebinizde harçlığınız yok…

İş yerinizdeki ilk saatler nefes ve yoga egzersizlerine benzer adeta. Amiriniz, çalışma arkadaşlarınız, müşterileriniz, evraklarınız, e-mailleriniz, kâğıtlar, işlemler, kalemler, somurtuklar, gıcıklar… İçlerinden birisi de mi sizin tarafınızda değil bunların? Ne o müttefikler ile müfettişler yer mi değiştirdi? Kaç yıldır aynı işi yapıyorsunuz ama hala birilerini memnun edemiyorsunuz. Kaç yıl daha nasıl çalışacaksınız aynı işte, çalışabilecek misiniz? Tükenmişlik sendromu neydi? Tamamlanmadan nasıl tükendiniz böyle genç yaşta?

Öğlen tatilinde biraz rahatlatmak istiyorsunuz kendinizi ama maalesef olmuyor. Herkes aynı şeyi konuşuyor, konuşmayanlar da kendi dünyalarında uçup gidiyorlar, sadece siz değilsiniz, yalnız değilsiniz, yalnızlığa terk edilmediniz. Birilerini yanınıza monte ettiler, ya da siz mi monte edildiniz birilerinin yanına? Doğru ya sizi bu dünyaya monte ettiler, siz başka dünyaların adamısınız…

Herkes ilerliyor, siz geriliyorsunuz, ayağınızdan kayıyor sanki her şey, yürüyen merdiven falan mı var? Tutunamıyorsunuz, yettiremiyorsunuz, kavuşamıyorsunuz, mutlu olamıyorsunuz, göremiyorsunuz, uyanamıyorsunuz… Yazamıyorsunuz…

Paydos vakti. Bir sonraki güne yapılacak onca işi geride bırakıp evinize doğru yolculuk başlıyor. Bu sefer daha kalabalık duraklar, daha yorgun ve mutsuz yüzler, daha tıka basa dolu gelen toplu taşıma araçları. Akşam trafiği var, daha geç ulaşacaksınız evinize, yuvanıza. Yorgunsunuz, bedeniniz yorgun, zihniniz yorgun, moraliniz bile yorgun…

Eşinizi, çocuğunuzu akşamdan akşama görebiliyorsunuz, onlarla ilgilenmeye çalışıyorsunuz, çoğu zaman kavga gürültü, siz mutsuz, eşiniz mutsuz, çocuklarınız mutsuz… Ailece yorgun, sıkkın, mutsuz ve bezginsiniz. Ne olacak? Ne olmalı? Ne yapmalısınız? Neler yapmalısınız? Televizyon ile mi dağıtacaksınız, görmemeye çalışacaksınız, o da olmuyor, her zapping yapışınızda ayrı ayrı dağılıyorsunuz, param parça oluyorsunuz. Televizyon da şifa vermiyor size. Dağlara mı çıkalım? Şifalı otlar mı toplayalım? Herkesten uzakta mı yaşayalım? Oralarda da beceremeyiz ki. Gücünüz kalmamış, oralarda da yaşayamayız ki…

Rüyadan uyanmak gibi bir şey lazım size! Di li geçmiş zamanlardan kurtulup gelecek zamanlara ulaşmanız, düşünebilmeye alışmanız lazım. Çözüm üretebilmeye yatkın olabilmeniz ve uygulamalara geçebilmeniz lazım. Lazım da lazım… O kadar çok şey lazım ki…

Çok mu hızlı dönüyor bu dünya, yoksa siz mi çok yavaşladınız? Pas mı tuttu her yeriniz? Neden ayak uyduramıyorsunuz? Neden çıkamıyorsunuz işlerin içinden? Birer birer mi daha kolay, yoksa tümden vazgeçmek mi? Ben oynamıyorum, mızıyorum, banane, misketlerimi alıp gideceğim…

Müsait yerde inen var… İnmek için bile birilerinin durdurmasını beklemek lazım. İnmek için bile birilerinin kararını beklemek lazım, çok komik değil mi, binmeyecektin o zaman en baştan. Yürüyecektin. Ayaklarımızda takat olsa çok yürürdük değil mi? En uzak mesafelere bile yürüyebilirdik. Ancak zaman ile kelepçelemişler ayağımızı, kolumuzu. Kısacık bir zamana sıkıştırmışlar ömrümüzü, yaşamımızı. Sömürüp duruyorlar. Kimler mi? Direksiyondakiler elbette. Bir de üstüne üstlük paramızı da alıyorlar. O zar zor, bin bir güçlükle, alın ve tüm beden teriyle kazandığımız paramızı, tıpış tıpış onların eline koymak. Ancak ineceğin durağı söylemek ile başlayan bir serüven. Hem de ne serüven, dizi film yapmışlar. Belgesel yapmışlar da haberimiz yok.

Koş artık. Yürüyemeyen bacakların ile koş. Bırak gitsin her şey, peşinden bile bakma. Sadece koş, boylu boyunca koş. İnanma sakın, kanma sakın, darılma, gücenme sakın, mızmızlanma sakın, pes etme sakın!..

Sen pes edersen, ben pes edersem, kim pestilimizi çıkaranlara pes pembe bir dünya hazırlayacak?

Bana şunu söyle, inmek istiyor musun gerçekten?

Evet evet…

Evet evet…

Müsait yerde inen var…


Like it? Share with your friends!

Ahmet Gencal
İngilizce öğretmeni. Psikolojik denemeler ve öyküler ustası. Zamanla tıpkı bir çaykara gibi arıtılıp gün yüzüne çıkan damıtılmış yaşanmışlıklarını eserlerinde kullanıyor.

0 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir