
Aklı, Gönlü amya insanlar içinde kişverhüda olmuş, bir iyiliğin, hüsnanın kıymetini nehyetmiş, zulmetmek adına şeytana nanhor olmuş kişilerin himayesinde, beytinde eş, elinde leş olmaktan ; güzelliğe secdetmiş, yüreğini sevgiye bahşetmiş insanları kaybettik.
Zamanla görmeye başlamış amyaların sevinci gibi, ilk yaşında yürümeye başlamış bebeğin hissiyatı gibi, karanlıktan aydınlığa kavuşmuş gün gibi, açlıktan tokluğa yetişen beşer gibi başlamak istiyordum her güne, her aşka, her işe…
Unutmadan geçmişi, kaybolmadan bendimin köleliğinde ,yekşebe olmayan hayallerimde, sımsıkı giyinmiş ruhumun alaca mavisinde kavuşmak isterdim yarına…
Tam da böyle bir dilaverin torunuydum. Yolda giderken akşam üstü el
arabasında domates yüklü seyyar satıcıya yanaşıp ;
“ Beş kilo verir misin evladım “ diye sorduktan sonra, ben dedeme ;
“ Dede ama evde domates var “deyince,
“ Torun, bak akşam olmuş, bu adamın arabası hala domates dolu. Belli ki satış yapamamış. Şimdi eve gidecek para yok. Karısı, çocukları ondan bir şey bekliyor. Belki bir gofret, belki bir parça ekmek. Onu ve ailesini sevindirsin diye alıyorum. Biz domatesle yemek yapar, yine doyarız.
Onların ekmeğe ihtiyacı var “ diye bana anlatıp, iyi insan olmanın, güzelliğe yordam olmanın ince sırrını paylaşıyordu.
Akşam üstü hep böyle sokaklara çıkar, gezer ve ihtiyacı dahi olmasa esnafla alışveriş yapar, komşulara dağıtırdı.
Bu adam ne bir okul okumuş ne de medreselerde eğitim görmüştü.
Elbette insandı. Kaybolduğu fikirler, yenik düştüğü hisleri de vardı. Fakat doğru olmanın ne demek olduğunu bilir mahiyette hareket ediyordu.
Düşvari meseleleri bir kenara bırakıp, akraba, dost, komşu ile yakinen bağ kurmuş gönül sermayesi ile ilgilenirdi.
Ben ise henüz büyüyor ve bu sahra nişin bedevileri gibi çölde çiçek diye kaktüs seviyordum. Bir devenin diken çiğnerken ağzından akan kanı su sanması gibi canımı yakan hayat mızraklarını nasipten öte tutuyor, yol almak için yolunmak farzdır diyordum.
Kaybolduğum düşlerim, yanıldığım hislerim, unuttuğum meselelerim çok oldu.
Büyürken küçülen bir bakış açım, artık pazardan pazara mal taşıyan, geçinmekten öte beklentisi olmayan hamala dönüyordum. Yollar keskindi ve ben ölen geçmişimi, yaşayan geleceğime taşımadan yürümek istiyordum.
Evliliğe de öyle adım attım. Zannettim ki, benle tevekkül edecek, ben gibi düşünecek, aynı sofradan yiyecektik.
Aklıma dahi gelmedi zeytin sevmediği… Hele ki muhabbeti ikramiyesi “millet ne der” den ibaretmiş.
Bana bakıyorum, çalışmak dışında, onu mutlu etmek dışında başka hiç bir amacı kalmamış, yorganı üstümüze örterken uyku duasını boynuna fısıldayan, uyanınca da rahmete bir vuku bulmuş sevinç ile öpecek meziyette sendeliyorum.
Onun sevdiği eşyaları almak için çalışıyor, onun sevdiği yemekleri talep ediyordum. Artık o yemiyor diye ben de zeytin yemiyordum.
Yorgunluğumun yüustan uzak rehavetindeyim. Elimdeki yaraları seviyor, onları emeklerimin hatırası olarak seyrediyordum.
Gün ışığı ve sevgilim aynı aydınlıktaydı. Eşim her şeyin üstünde, ben ise her şeyin altındaydım. Sevmek böyle bir olgu olsa gerek. Ondan başkasını görmemek, bir kediye merhamet eder gibi karşılık beklemeden sevmek. Okşarken sadece vicdani haz duymak…
Hastalansa, bir yeri acısa, ondan daha çok acı çekmekti bu bendeki…
Gülüşüyle mutlu olmak. Onun gibi kimsenin gülememesiydi yüreğimdeki…
Git gide geliyordu sonbahar. Ben bahardan kalma bir amya, geç uyanıyordum solan yapraklara, uzayan gecelere, koyulaşan gündüzlere… Bulutları suçluyordum! Güneş vardı elbet fakat bulutlar örtüyordu… Ağaçlar soluyordu ama bir başka güzelleşiyordu bu son bahar. Ben hala yeşilin sarıya kaçışını “geçer” diye yorumluyor, karakışı aklımın ucuna bile getirmiyordum.
Biz dededen böyle görmüştük. İyi düşün, iyi bak, iyi yaşa…
İşte o son nokta, giderek uzayan geceler ve artık kendimi uyku duasını boş bir köşeye yaparken buluyordum. Sabah uyandığımda o buseleri bir avuç suya bahşediyor, onunla da yüzümü yıkıyordum.
“Olsun, karakışta geçecekti ve yine bahar gelecekti “diye avunurken, göç eden kuşlar gibi bahara gitmek istediğini söyledi leylen bakışlım.
Artık ellerimdeki izler yetmiyordu onun hayallerine. Yorgunluklarım taşımıyordu onun hayallerini.
Elveda çoktan denmişti ama ben en son duyuyordum onu…
Ne demeli?
Kışta bahar arayanı bırakmalıydı demek ki…
O gitti, çiçekler yine açtı.
O gitti, cemre yine düştü.
O gitti bulutlar güneşi kapatmıyordu artık.
Belki de güneşimin önündeki buluttu leylen bakışlım…
Suubet artık bugünde. Yaşayacağım onsuz her günde…
Amya olmuş bir aşka, ahyan kapılıyordum. Sonra yine aklıma leylen bakışlım geliyor, kayboluyordum.
Sevmekte o domatesi almak gibiydi. Vicdan ve merhamet isterdi.
Yoksa eğer, ekmekte olmazdı, huzurda…
Keşke her şeyi dedem gibi sevseydik. Belki şimdi karakışta yalnız üşümezdik. Sabahları suyu öpmez, yine kahrımızla sevişirdik. Doyardık. Yaşardık…
Velakin biz yandık, yaktık, yasaklandık başka aşklara….
Ahmet YONCA
0 Yorum