Sualler


         Hakikatin yönü değişiyordu. Sadakatsizliğin ateş topunu yutmuştu kadın. Duygularında çölde kızıl güneş gibi yanıyordu. Cam kırıkları gibi parçalanmış duvarları iki eliyle tutamıyordu.

        O anda her şey değişmişti. Yaşadığı şokla sanki başka dünyaya geçmişti. Dipsiz bir kuyuya düşmüş gibi yok olmuştu bedeni. Ayaklarını yere basamıyordu. Sonsuzluğun girdabına takılmış gibi çift aklı da yok olmuştu. Bir başına kalan benliğinde içindeki fırtınaya engel olamıyordu. Kendi acısının etrafında en derinlerde sessiz bir su gibi ağlıyordu.

         Kadının üzüntüsünü hisseden Deha bir anda bahçeden koşarak eve geldi. Annesinin kan çanağı gözlerine bakamıyordu. Kalbi yerinden çıkacak gibiydi, annesine sarılmak istedi. Soluk mavisi tişörtüne göz yaşlarını silerken kadına doğru yaklaştı, hiç konuşamıyordu. İlk kez annesine baktığında gülümsemedi. O anda annesini korumak için kendisini kahraman gibi hissederek duygusunda adaletin iki kılıcını da kendisine çekti.

        Başka bir kadın için annesine ihanet eden babasından nefret ediyordu. Annesinin içinde fırtınalar koparken onun da canı yanıyordu. Küçük yüreği annesini üzgün görmeye hiç dayanamıyordu. Eşini ve ailesini seven kadın neye uğradığını şaşırmıştı.

        Deha çok az konuşan sessiz bir çocuktu. Doğduğundan beri kendisini hiç sevmeyen babası için aklından sadece şu sözleri geçiriyordu. “Yanlış sandığın doğruyu nasıl düzelteceksin. Doğru sandığın yanlışı nasıl yok edeceksin.”

        Deha ve annesi sürekli çalışıyordu. Yaşadıkları tek katlı tuğla evin çatısını iki kat kiremitle örtmüşlerdi. Bahçeli evleri bir çiftlik kadar güzeldi. Her türlü meyve sebze ve çiçeklerle donatılmıştı. Köpekleri Kıtmir’e yarı tuğla yarı ceviz ağacından yaptıkları kulübe evin sol köşesinde çok şirin görünüyordu.

        Meraklı Deha annesi gibi hem erkek hem kadın işlerinden anlıyordu. Annesi bazen şapka taktığında da Deha’nın da kumral saçlarına ince bir yazma takar hem bahçede çalışır hem de eğlenirlerdi. Annesi babasını unutmasa da çoktan yokluğuna alışmıştı.

         Deha babasına çok kırgındı. Öfkesinin içindeki hidrojen bombasının patlamasına izin vermiyor bir yandan da hayattan korkuyordu. İçine kapanık bir genç olmuş, kendi içinde konuşarak yaşıyordu.

        Yaşadıkları köy tutucuydu. Bütün kadınlar köle gibi çalışıyordu. Deha bunları anlayacak kadar akıllıydı, bu yüzden de annesini hiç yalnız bırakmıyordu. Küçük bi arazileri vardı, ekip biçiyorlardı. Yılda bir kez mısır hasatını kasabaya götürüp satıyorlardı. Babası şehirde yaşıyordu ama ne iş yaptığını bilmiyorlardı.

        Çok yıllar geçmişti. Yeşil vadi gibi doğası olan köyde değişiklikler oluyordu. Zamanla kuraklık başlamıştı. Elektriği suyu kesiliyordu. Muhtar bütün köylüyü yağmur duasına götürüyor, Deha ile annesi gitmek istememelerine rağmen köyde tatsızlık çıkmasın diye kalabalığın aralarına karışıyorlardı. Bu şekilde uzun bir zaman geçmiş, bir de yetmezmiş gibi köye salgın hastalık bulaşmıştı. Üniversiteye başlayacaktı Deha.  Ani ve şiddetli bir ölümle annesini kaybetti.  Ahırdaki inekler, tavuklar köpekleri kıtmir de ölmüştü. Köyde insan ve hayvanların çoğu da bu hastalığa yenilmişti.

        Deha’nın acıları annesi gibi en derinlere inmişti. Annesinin ölümünden sonra duygularını kontrol etmeye çalışıyordu. Yaşam dünyasından hayal dünyasına doğru yola koyuldu. Gözlerden uzak eski bir okula yerleşti. Deha’nın sırları ölümden yaşama aydınlatıcı bir dövüş sanatına dönüşüyordu. Yaşadığı hayatta hep çalışarak içindeki kahramanı çıkartacaktı. Mecbur kalmadığı sürece okuldaki kimseyle konuşmuyordu. Kendi sussa da içindeki sesler bir an bile susmuyordu.

          Parası vardı ama kölelik peşini bırakmıyordu.  İki dünyası da karmakarışık olmuştu. Artık bu dünyadan uzaklaşıyordu. Hiçbir şey görmüyordu. Hiçbir şey duymuyordu. Kendini okumaya vermişti. Birinci dünya savaşı sonlarına doğru yayınlanan melankolik kitapları okuyordu. Hareketli hayatı yerini şiddetli depresyona sürüklüyordu. Çok dikkatli ve titiz davranışlar sergiliyor, bir kurt gibi yerin altından sesler duyuyor, yolda yürürken bile kedilerle köpeklerle konuşuyordu. Dünyayı iki şekilde görüyordu. Biri yaşadığı hayat, diğeri yaşamadığı hayat… Ama o hangisindeydi bilmiyordu.

        İnancını sorgulamaya başladı. Merak ettiği gizli öğretilerin, geçmiş tarihin yaşanmış birçok kitapların içinde boğuluyordu. Dış dünyada olan bedenini iç dünyasında bulamıyordu. Hiç konuşamıyordu. Konuşursa biri duyacakmış da zarar verecekmiş hissine kapılıyordu. Bir karıncayı bile koruma güdüsünü yaşıyordu.

        Kendi içinde yaşadığı gözle görülmeyen bu savaştan çıkmak, kendi kimliğini bulmak için ne gerekiyorsa çabalıyordu. Çok temiz saf, bakir duygulara sahip kutsal bir varlıktı. Varlıktı diyorum çünkü; insan olmak duvar örmeği gerektiriyordu. Her şeye evet dediği için hayır diyemiyordu. Günlerce, aylarca, yıllarca ve hatta doğduğundan beri böyle yaşıyordu.

         Mitolojik figürlü tarihi kitaplar beynini iyice karıştırmıştı. Sefiller ve dört büyük kutsal kitapların içinde, metafizik algısıyla yüzüyordu. Sürekli bir arayış içerisinde idi. Annesinin yasını bile yaşamamıştı.  Peri masallarında olduğu gibi iç dünyasında da görünmez olmuş kendisiyle mücadele veriyordu. Çok eziyet çekiyordu. Bulmaca gibiydi hayatı. Labirentin içine girmiş gibi çıkmak için uykusuz bir şekile iki kılıcın sapsız tarafından tutuyordu.  Gece ile gündüzü bilmiyor, bedensiz ruhu her yeri dolaşıyordu. Öyle olması gerekiyordu. İçindeki sesleri artık durduramıyordu. Yapacak başka hiçbir şey yoktu. İçindeki seslere teslim olmasının üzerine, annesi öldükten sonra ilk kez köye gitti.

        Köy bir harabe gibiydi. Karantina bölgesi gibi hala ilaçlamalar yıllar geçmesine rağmen devam ediyordu. Bir yandan da bahçeler ekiliyordu. Eski halini bir daha almaz gibi görünüyordu. Yeni halide çalışmaların sonucunda belli olacaktı. Deha genç delikanlı olmuştu.

          Çocukluğunu bir an bile aklından çıkarmıyordu. Salonda annesinin sürekli oturduğu üçlü koltuğun ortasına oturdu. Benliği hiç yerinde değildi. Sadece o günlerin içinde yaşıyordu. Ve birden odanın ortasında ayağa kalktı. Sual mahkemesi başlamıştı. İstemsiz bir şekilde vazoda gördüğü kırmızı bir gülü eline aldı. Sorular yağmur gibi benliğine akıyordu. Beş saniyede her bir soruyu bedeni cevaplayacaktı.  Son soruya geldiğinde bütün vücudu tepki verdi ve yukarıdan aşağıya doğru şiddetli bir şekilde titredi. Bir anda, anka kuşu misali bir hafiflik hissetti. Sorgu mahkemesi bitmişti. Ruhu bedenine girmiş, kendine kavuşmuştu. Artık ses duymuyor, çocuk gibi kendi etrafında dönüyordu. Çok heyecanlanmıştı.

          Kendi sesini duyabilen, içi dışı bir olan, aklından geçirdiğini kendi yüzüne söyleyebilen kahramana kavuşmuştu. Dışarıda kar vardı. Bütün evin pencerelerini açtı. Tüm yaşadıkları sanki yalanmışta gerçek olmuştu. Çocukken her zaman baktığı mutfak penceresinden dışarıya doğru baktı, bir de ne görsün! Yeryüzünü pembe çiçekler kaplamıştı. Bir an düşündü rüya mı bu diye aklından geçirdi. Gözlerini ufalayıp bir daha baktı ve dışarıda kar vardı. Son olmuştu bu yaşadıkları. Yeni hayatını, bedeni ile ruhunun bütünlüğü ile yaşamaya ilk olarak o anda başlamıştı. Yeniden doğmuştu ama küllerinden değil, beş saniye bile olsa gözleriyle gördüğü pembe güllerin gölgelerinden.

         Zihni boşalmıştı. Dikkatini topladı. Duygularını kontrol etti. Yeni hayatında her şey iç dünyasında yenilenmişçesine formatlanmıştı. Nasıl olduğunu hiç anlamamıştı. Her şey çocukluğundan geliyordu. Ama şimdi çok iyi anlıyordu. Hayatın yönü yaşanılanlarla birlikte belirleniyordu. Var olan dünyayla, yok olan dünyanın arasında ince bir çizgiydi bu yaşadıkları. Bu çizgi, ruhla bedenin bir olma arzusuydu. Kendi içindeki gizli kahramanına sonunda kavuşmuştu.

        Babası çocukken koyunlara çaldığı kavalı annesinin sandığından almıştı. Bunu hatırlaması üzerine Babasının yanına gitti. Hiç konuşmayan Deha al bu kavalı dedi. Babası oğlunun gözlerine bakamadı. Bir anda çocukluğu aklına gelmişti ve hüzünlenmişti. Oğluna sarılmak istedi ama Deha birkaç adım geri çekildi. Bir de, “Bu paket senin.” dedi. Babası çekinerek sessizce; “Bu nedir ki?” dedi mırıldanarak. O anda bile oğlum diyemeyen babası, düşündürüyordu Deha’yı. Paketi ısrarla babasının eline doğru uzattı. “Hoşça kalın…” diyerek oradan uzaklaştı. Babası paketi açtı. Annesinin yazmasına sarılı bir sürü para vardı. “Verdiğim bütün paraları biriktirmiş demek ki!” dedi kendi kendine. O günden sonra babası da içten konuşmayı öğrenmişti. Deha’nın gelişiyle büyük bir değişim yaşamıştı.

           Orta çağın melankolik kitaplarını, yeni çağın yüzüncü yıl imzasıyla, iki dünyası bir olmamış korkulu duygulara, dışadönük perspektiften sunuyordu. Akademisyen olmuştu. Dünyanın en yüksek yeşil tepesinden hiç inmedi. Annesine olan sevgisini piramitler ufalanıncaya kadar yaşadı.

Sonay SALMAN


Like it? Share with your friends!

İncetezat Edebiyat
Kişisel yazılarınızı bize göndererek sitemizde yer almasını ve daha fazla kişiye ulaşmasını sağlayabilirsiniz. https://www.incetezat.com/misafir-yazarlik/

1 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  1. Çok beğendim, gözümde canlandıra canlandıra ve büyük bir zevk ve merak içinde okudum. Bunun devamı gelir mi diye geçti içimden. Hele Deha ile babasının buluşma sahnesinde resmen fon müzikleri çaldı yüreğimde. Kaleminize yüreğinize sağlık, tebrik ederim. 👍👋🙏