Ahraz


Telefonu üçüncü çalışında açabildim. Abim ağlamaklı bir ses tonuyla babamızın ölüm haberini verip başka bir şey demeden telefonu kapattı. Biri ayaklarımdan ruhumu çekiştirdi, olduğum yere çivilendim. Holdeki aynada kendime bakakaldım. Bir an aynada babamın yansımasını görür gibi olup hızla arkama döndüm. Oysaki içimdeki korkudan başka kimseler yoktu. O an neler hissedebileceğimi düşünürken komşuların çoluk çocuk, genç yaşlı kadınlarla eve doluşmalarıyla şimdiye dönebildim. Bunca insan babam için mi toplanmıştı? Niye bu kadar ağlıyor bu insanlar? Bunca ağlayıştan sonra ölüm güzellemeleri başlamak üzereydi. Ben ise ölüm ve gerçeğin süzgecinde tıkalı kalmış, ağlayamıyordum. Mahallelinin garip bakışları altında eziliyor ama bir türlü ağlayamıyordum. Zorladım kendimi, kıstım gözlerimi, yüzümü ellerimin arasına alarak ağlamaya çalıştım. Hiçbir şey hissetmiyordum. Bunlar yetmezmiş gibi herkesin, rahmetli nasıl hakka kavuştu? sorularına cevap veremeyişim çaresizliğime acizlik yüklüyordu. Çocukların bağırışmaları, bir uçtan ötekine yetiştirilmeye çalışılan konuşmalar, ellerinde tütsülerle odada dualar okuyan genç kızlar… Soruların ardı arkası kesilmiyor, her ağızdan bir şeyler çıkıyordu. Rahmetlinin herkesten sakladığı bir hastalığı mı vardı acaba? Zaten sabah evden çıkarken görmüştüm, yüzü bembeyazdı. Kaç zamandır dalgındı, belli ki içine doğmuş öleceği. Belki de bir sıkıntısı vardı. İnsan sıkıntıdan da ölür. Daha bu sabah arabayla geçerken tandırın başında durup benden ekmek istedi de konuştuk. Vah vah, onun gibisini bu mahalle bir daha ne görür ne de duyar. Geçen bizim küçük kız rüyasında görmüş, bembeyaz bir elbiseyle ışıklar içinde bir yolda yürüyüp gidiyormuş.

Kapı tokmağının ağır vuruşları yardımıma koşarcasına odada yankılandı. Kalabalığı yararak kapıyı açtım. Karşımda abimi gördüm. Yüzü düşmüş, dudakları titriyor, gözleri yorgundu. Babama ne kadar da benziyordu. Her şeyiyle onun gibiydi. Sahi, her şeyinle onun gibi miydi? İçimde ona dizginleyemediğim bir sarılma isteği doğdu. Bir anda kollarımı açıp boynuna sarıldım. İşte o an, hani sekiz yaşlarındayken dayımın çiftliğinde bodur bir tay görüp kaçıp yere düşmüştüm de dizlerim kanamıştı, hani ayağıma pansuman yapmışlardı da yüzümdeki acıyı görünce dizlerime hızlı hızlı üflemiştin ya, işte o üfleyişin serinliğini hissetim o an. Çok kısa, zamanın bilmem kaçta kaçı. Ama o anı, o duyguyu hissettim. Sonra irkilerek geri çekildim ve gözüme bir nehir taşkınlığı doldu, işte o an nasıl olduysa ağladım. Çocuklar gibi omuzlarım sarsıla sarsıla, göğsüm patlarcasına inip kalkarken kendimden geçercesine ağladım. İçlerine su serpildi, beni gören yaşlı teyzelerin. İşte ölü evinde böyle ağlanması gerekirdi. Vahlar ettiler, sinelerini dağladılar, bir iki söylendiler sonra akşama doğru birer ikişer çıkıp gittiler. Kimseler bilmedi neden ağladığımı ama sen biliyordun abi. Biliyor ve susuyordun. O kapıda dikilip bana bakamayışın bile seni ele veriyordu. Utanıyor muydun benden?  Yoksa vicdanının ücra köşelerinden birileri bir şey mi fısıldıyordu?

Biz seninle aynı gövdede büyüyen iki farklı meyve gibiydik abi. Beni dalımda çürüttüler. Sen ise benim yaprak döküşlerimi izlemekle yetindin.  Yastığa başını koyduğun gibi uyuyabildin mi, ben babamın yatağında soluk soluğa ağlarken. Kardeşimizi doğurabileceğim ihtimali hiç mi uykunu bölmedi? Attığım çığlıklar işlemedi mi kalbine? Bir an önce münasip biriyle evlendirilmemi istemen, beni bu cehennemden kurtarmak için mi yoksa bu utancı kendince bertaraf etmek için miydi? Diyelim everip yolladın beni bu cehennemden. Bu kadar kolay mıydı? O cehennemi bu evden ibaret sanmışsın. Yeni bir eve hiçbir şey olmamış gibi gidebileceğimi gerçekten düşündün mü abi? Benliğimi, yaşadıklarımı, yüreğimdeki lekeri; farklı renkte boyanmış odaları olan bir eve gidince değişeceğini mi sandım? O cehennem evde, odalarda değil; benim etimde, tırnağımda, yüreğimde, gözümde, ellerimde, bacaklarımda, göğsümde, terimde, nefesimde, kursağımda… Utandın benden değil mi abi? Babamdan değil de benden. Utanması gereken kişi ben değilken niye utancın ateşinde kavrulduğumu ben de bilmiyorum. Peki neyden korktun abi? Sana da dokunmasından mı? Neyin kabullenişiydi bu?

Gün boyu gelip gidenlerden ötürü bir şey konuşamadık. Gece olunca ise salondaki kapalı televizyonun karşısında oturduk. Bir şey konuşamadık. Ben ağladım, o izledi. Ayak parmaklarıyla halının köşelerini kaldırırken bir ara bir şey söyleyecek gibi oldu ama konuşmadı. Kaç saat öylece geçti, bilmiyorum. Gözüm duvardaki aile fotoğrafına takıldı. Babam siyah, bor bıyıklarına yakışır şık bir takım elbise giymiş, bir elini ayakta olan abimin omuzuna atmış, diğer elini de beni kucağına almış islemleye oturan annemin omzuna atmıştı. Fotoğrafta gülümseyen tek kişi bendim. Ama fotoğrafı çektikten sonra birlikte gülüşmüştük. Fotoğrafta gülmemek gerekiyormuş, öyle demişti babam. O günü çok iyi hatırlıyorum. Babam, daha geceden gideceğimizi söylediği için heyecandan uyuyamamıştım. Süslendik püslendik, en güzel elbiselerimizi giyip ailecek çarşıya yürüdük. Herkesin gözü üzerimizdeydi. Sokakta yürürken heyecandan titriyordum nerdeyse. Çünkü ilk defa fotoğraf çektirecektik. Akrabaların evindeki o işlemeli çerçevelerde gördüğüm aile fotoğraflarına imrenerek bakardım hep. Babam o günkü heyecanımı sezip beni omuzlarına çıkartarak çarşı ortasında ağır ağır yürüyordu. Kendimi gökyüzüne hakim olduğunu sanan küçük bir serçe gibi hissetmiştim. Bir ara gözüm elma şekeri satan bir pastanenin vitrinine takılınca ne kadar canım istemişti de elbisem kirlenir diye ses edememiştim. Fotoğrafçıdaki o izbe, karanlık odada beklerken habire pozlar için emirler yağdıran adamın peltekliğine güldüğüm için fotoğraflarda ciddi olamadım.

Düşüncelerimi abimin sesi böldü.

Kaza yapmış, dedi umursamadığımı bildiği halde. Çarptığı arabadaki iki çocukla annesi ölmüş. Ölümü bile başkalarına zarardı, diye iç geçirdim. Ölmeyi bile beceremedin baba.

Morgda görebildim. Yüzünde bir iki cam kesiği vardı. Sağ gözü açık ve kan toplamıştı. Namazını kılıp annemin yanına gömdük.

Daraldım, göğsüme bütün günün ağırlığı oturmuş gibiydi. Abimi bırakıp balkona attım kendimi. Hava serindi ama ter içindeydim. Avluda rüzgârın salladığı, ağır ağır gerilen salıncağa takıldı gözüm. Babamın iki gün boyunca durmadan çalışıp benim için yaptığı salıncaktı bu. Kaç yaşında olduğumu hatırlamasam da o salıncakta beni her sallayışında sevinç çığlıkları attığımı, babamın çığlıklarımı duydukça daha da hızlı salladığını ve kahkahalar attığımızı hatırlıyorum. Keşke dedim, keşke bu anılardan ibaret kalsaydın. Hayat bizi, güzel anılara sığınan, zamanın aciz köleleri yapıyordu.

Gözüm bahçedeki tandıra çarptı, durdum annemi düşündüm. Nedense o an burnuma çok taze ekmek kokusu geldi, ürktüm. Bu ürkeklikle beni doğurduğu ilk anı düşündüm. Sonra ona her şeyi anlattığım günü. Beni öldürdüğü o günü. Nasıl anlatacağım, ne diyeceğim diye binlerce kez düşündüm. Peki ya inanmazsa? Buna pek ihtimal vermedim ya da vermek istemedim. Evde yalnız kaldığımız bir öğle vakti cesaretimi kırık dökük de olsa toplamaya çalışarak, sana önemli bir şey anlatacağım, deyip karşıma oturttum. Yüzüm kızardı, ellerim titredi, soğuk terler attım. Yaşadığım çaresizliğin utancını iliklerime kadar yaşıyordum. Taş olsa çatlar, demir olsa çürür, toprak olsa kururdu. Yaşatanların yaşamadığı, hiçbir zaman da yaşamayacakları o utancın urganını boynuma kör düğümle bağladım.

Anne, dedim. Babam… Kem küm ettim, gözlerimi kaçırdım ama söylemeliydim. Ya şimdi ya da belki de hiç.

Babam bana dokunuyor anne, deyiverdim. Sonunda söyleyebilmiştim. İçime göğe yükselen bir ruhun hafifliği doğdu. Ama bu hafiflik pek de uzun sürmedi. Nasıl dokunuyor? diye sordu kaşlarını çatarak. Konuşamadım, başımı eğdim. Anlamıştın anne ama kabullenmek istemedin, karşı çıktın. Yanlış anladığımı hatta iftira attığımı bile söyledin. Üstüne bir de başkasına anlatmamam için tehditler savurdun. Bana bu kadar mı yabancıydın anne? Söylediklerin o dokunuşlar kadar incitti beni ama farkına varamadın. Belki de sırtımı sana dayadığımda beni boşluğa atmasaydın her şey sadece o ilk dokunuşlardan ibaret kalacaktı. Yarası yüreğime işler ama beni köklerimden savurmazdı. Belki de pılımızı pırtımızı toplayıp bu evden defolup gidecektik. Olmadı, sustun anne. Yüreğini bir çıkına koyup uzaklaştın benden. Dediklerimin doğruluğunu bildiğin halde nasıl baş koydun o yastığa? Tenine dokununca hiç mi düşmedim aklına? Çaresizliğime, ağlayıp sana içimi döküşüme nasıl bu kadar kayıtsız kalabildin? Bir sabah gözlerin odanın aydınlığına açılmadığında, seni bir tabuta koyup bu evden uğurladığımız günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Senden sonra dokunuşlarla yetinmedi babam. Teniyle parçaladı tenimi. Ruhum koca bir tabuta dönüştü. Kimseler kaldıramadı.

O ilk gecede usulca odaya sokulup yaklaşmıştın ya bana baba. Bir an bile olsa her şeyi unutup yeni bir başlangıca, annemin eksikliğini gidermek için daha güçlü, birbirimize kenetleneceğimiz bir hayata başlayacağımızı anlatacağını düşünmüştüm. O kısacık ana çok şey sığdırdım. Yatağa gelip bileklerimi kavrayınca çığlıklar atmıştım da yüzüme art arda indirmiştin yumruklarını. Kapatmıştın ağzımı kocaman elinle. Sonra alelacele elbiselerimi sıyırırken donup kalmış, ses çıkartamamıştım. Şaşırmıştım baba. Korkmuştum. Canım yanmıştı. Boğazıma koca bir yumru oturmuştu da nefes alamamıştım. Birilerinin beni bu andan, bu sonsuz zamandan tutup çıkartmasını bekledim. Ama kimseler gelmedi.

Seni öldürmeyi kaç kere düşündüm bilmiyorum baba.

Bir sabah, bana ağır gelen bu hayatı sonlandırmak için sıkmaktan morarttığın bileklerimi kesince, mahalleliye kıza üç harfliler musallat olmuş, yalanıyla günahına güzel bir kılıf uydurmuştun. Artık bana kim inanırdı? Deli yaftası yemiş bir çocuğa kim inanır? Bir çocuğa… Tutunacak dalım yok değil, zaten tutunduğum dal kırdı beni.

Okuldaki çocuklardan bile korkar olmuştum. Güvenin ne anlam ifade ettiğini bilmeden güvensizliğin suyunda yıkadılar beni. Boğuldum o sularda kimseler uzatmadı elini. Dilim boğazıma kaçtı, konuşamadım kimselerle. İnsan yoruluyormuş, yüreğindeki duvarlara konuşmaktan.

Hiç mi düşünmedin beni baba? Hayatımın geri kalanında birini sevebilme gayretine girip o korkuyu üzerimden atabilecek miyim? Diyelim sevdim; dokunabilecek, aynı yatağı paylaşabilecek miyim? Gölgeme bile garip bir şekilde baktığım bu dünyada ne için yaşayabilirdim? İçine binbir türlü şeyi sığdırdığın o yüreğine bir beni sığdıramadın.

Bu sabah babam öldü ve kimseler neden ağladığımı bilmedi.

Ferhat BİRLİK


Like it? Share with your friends!

Ferhat Birlik
Uzun zamandır yollardayım. Elimde yeni yetme bir çanta. Güler yüzlü. Kendimi bilmediğim günlerden beridir yazıyorum. Bileceğim güne değin de yazacağım gibi. Yazacağız hayatı, ince elediğimiz tezatlıklarıyla.

0 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir