Buğulu Mezarlar


Şurada gördüğünüz uyuyanların bekçisiyim. Ebedi uyku mabetlerinin bekçisi. Sokakta çevireceğiniz birinin deyimiyle, mezarlık bekçisi. Derme çatma bir kulübede yaşıyorum. Geceleri soğuğu içeri sızdıran şu ahşap kulübede. İçerisinde temiz bir minderin serili olduğu demir bir ranza, küçük bir mutfak ve bir yemek masası dışında pek bir şey yok. Görevim, mezarlığı köşe bucak temizleyip ölüleri rahat ettirmek. Asıl görevim ise ölüleri insanlardan korumak. Fakat sizlere anlatacaklarım tacizcileri, definecileri ve sarhoşları nasıl def ettiğim değil.

Geceleri üç saate bir uyanarak devriye gezerim. Sabahları güneş doğar doğmaz da uyanırım. Henüz çimenler üşengeç, toprak donmuş, mezar taşları titrek, ağaçlar dinginken ince belli bardağa doldurduğum çayla kahvaltı yaparım. Kulübenin penceresini açar, soğuk havayı tenimde hissetmemle birlikte kendime gelirim. Sonra işe koyularak mezarlığı boylu boyunca gezerim.

Soğuğu örtmek isteyen güneş, cömertliğini gösterircesine ısıtmaya başlamıştı yeryüzünü. Daha acıları taze birkaç insan selam vererek mezarlıktaki yakınlarını ziyarete geldi. Öyle de olur zaten. O taze acının ağızda bıraktığı bayat ekmek tadıyla bir bir gelir insanlar. Ağlar, dertleşir, dua eder ve en nihayetinde geri gider.

Defin için hazırda bekletilen açık mezarların içerisi gece yağan yağmur sularıyla dolmuştu. Yağmurlu günlerde ölmemeliydi insan. Sevdiklerimizi çamurlu bir su birikintisine gömmemeliydik. Fakat mukadderat bunu gerektiriyordu.

Bir an gün yüzüne çıkan kara bulutlar güneşin cömertliğini iteleyerek kendi hâkimiyetlerini kurdular. Yeryüzü gri bir tül ile örtüldü. Ve birkaç şimşek bu gri örtüyü silkelercesine kabardı. Biraz sonra ilk yağmur damlaları mezar taşlarına çiseledi. Ve bu çiseleme şiddetini arttırarak yumruk gibi inmeye başladı. Zar zor kulübeye varmaya çalışırken birkaç kadın sendeleyerek çıkış kapısına doğru koşup gözden kayboldu. Kulübeye vardığımda saçlarımı havluyla iyice kuruladım. Aralık bıraktığım pencereyi kapatıyordum ki bir mezarın başında dikili sarı bir siluet gördüm. Pencereden süzülen yağmur damlaları görüşümü engelliyordu. Pencereyi açınca siluetin henüz sekiz dokuz yaşlarında sarı montlu bir çocuğa ait olduğunu gördüm. Yağmurluğumu giyerek çocuğun yanına gitmek üzere kulübeden çıktım.  Çamurlu su birikintisine bata çıka çocuğa ulaşabildim.

“Merhaba.” dedim ürkmemesini dileyerek.

Çocuk, bana doğru baktı. Çatık kaşlarının altındaki bal rengi gözleriyle beni süzdü.

“Merhaba.” dedi ciddi bir tavırla.

“Ben bu mezarlığın bekçisiyim. Islanmışsın baya. Gel kulübeye gidelim de en azından yağmur dinene kadar içeride bekle. Maazallah hastalanırsın.”

“Gerek yok. Sağ ol.”

Sesindeki bıkkınlığa aldırmadım.

“Gel işte oğlum. Bırak inadı. Yağmurun duracağı yok.”

Çocuk kısa bir tereddütten sonra ona uzattığım elimi tuttu. Elimde kaybolan minik, soğuk bir el.

Kulübeye girerken çamurlu ayakkabıları eşiğe bıraktık. Çocuğu sobanın yanındaki iskemleye oturttum. Pek kullanmadığım ve ranzanın altındaki eski bir sepette muhafaza ettiğim el işlemeli havluyu saçlarını kurutması için çocuğun eline tutuşturdum. Önceden doldurduğum odun sobası tutuşmak için bir kıvılcım bekliyordu. Küçük bir kibritle birlikte odunlardan çıkan çıtırtılı alevler, sobanın hava deliklerinden odaya yayılan ışık huzmesiyle birlikte tutuştu.

“Adın ne bakalım senin çocuk?”

Gözlerini ayak parmak uçlarına dikerek susmayı tercih etti.

“Peki, tamam. Ne arıyorsun burada?”

Ses yok.

Ben de üzerine daha fazla gitmedim. Tezgâhtaki çaydanlığın içerisindeki eski çayı bir poşete dökerek yıkadım. Temiz suyla doldurduğum çaydanlığı sobaya koyarken çaydanlığın dibindeki su damlalarının sesi çocuğun hoşuna gitmişti. Yüzündeki saf güzelliğe bir melek konmuş gibi tebessüm etti. Sonra gözlerini tekrardan ayaklarına dikti.

“Adım Baran. Buraya şey için… Anne ve babam… Bir kazada… Ben de arabadaydım ama onlar…”

Sözlerini devam ettiremeden yutkundu. Hayat, onu henüz bu yaşında acılarını yutkunmaya alıştırıyordu. Bir iskemle de ben çektim.

“Bak Baran, bu mezarlık annesini, babasını, çocuğunu, eşini geride bırakmış insanlarla dolu. Bu hayatın kanunu.” diye klasik bir nutuk tutturdum.

“Biliyorum. Herkes aynı şeyi söylüyor. Bir yerlerden beni izliyorlar ve mutlu olmamı istiyorlar. Peki, ama neden yanımda değiller? Neden geceleri sessizce bir köşeye kıvrılıp ağlarken kimse sesimi duymuyor? Neden göğsümde geçmeyen bir ağrı var? Geceleri kanepede uyuya kaldığımda babam beni kucaklayıp yatağıma götürseydi, annem ilerleyen saatlerde üzerimden attığım yorganı tekrardan örtseydi olmaz mıydı? Annemin sıcak sesiyle uyanmıyorum artık. Babam özendiğim elbiselerini giymiyor.”

Biraz soluklandı. Kafasında belirsiz imgeler koşuşturuyordu.

“Kazadan sonra uzun süre kendime gelememişim. Onları son bir kez olsun göremedim. Uyandığımda yanımda yoklardı.”

Küçük göz bebekleri gözyaşlarını içine çeker gibi büyümüştü. Bir şey diyemedim.

“Senin annen ve baban öldü mü?” diye sordu.

“Evet. İkisi de öldü.” diyebildim.

Annem, duvarları rutubetten kararmış odasındaki yatağında günlerce acıyla inleyerek öldü. Günlerce iki büklüm kıvrandığı yorganının altında acıdan sayıklamasına şahit oldum. Bazen inlemeleri o kadar içime işlerdi ki geceleri uyuyamazdım. Kulaklarımı kapatırdım ama ses beynimin duvarlarında yankılanıp dururdu. Beyaz peçetesine öksürüklerle işlenen kan lekeleri gün geçtikçe büyümeye başladı. Yeri geldi terli sırtını havluyla kuruladım, yeri geldi kustuğu kanı temizledim. Elimden hiçbir şey gelmiyordu. Hiçbir şey. Annemin son nefesi büyük bir öksürük nöbetine karıştı. Rahat bir şekilde, ciğerlerine aldığı nefes ona zehir gibi gelemeden ölemedi. Avuçlarıma aldığım parmaklarıyla elimi son bir kez sıktı. O an içerimdeki tüm karmaşık duygular şahlandı. Sonra annemin elleri gevşedi, gevşedi ve bir yaprak gibi elimden sıyrılıp boşlukta süzüldü. Ölüler buz keser derler ya, inanmayın. Annem, beni kucakladığı ilk günkü kadar sıcaktı.

Ölüm meleği annemin ruhunu fazlasıyla yormuştu. Göz kapaklarında kirpiklerini nemlendirecek gözyaşı tabakası kaplıydı. Bir daha akmayacak şekilde öylece kalakalmıştı.

“Hem biliyor musun, sen benden daha şanslısın. İnsan annesini ve babasını toprağa nasıl gömer bilir misin? Henüz toprağa gömmeden hâlâ bir umut, belki de ölmemiştir diye teselli ararsın. Şey dersin… Yani oradakiler benim annem ve babam… Ben bu koca kürekten taşan toprağı, sevdiğimi söylemeye çekindiğim bu insanların üzerine nasıl atabilirim? Ama eline aldığın o kürek dolusu toprak yığınını azar azar üzerlerine atarsın.”

Mesela biliyor musunuz benim babamın kefeni bile baba kokuyordu. Annem tabuttan bana sarılıyor gibiydi. Babam, birkaç şehir magandasının silahından ateşlenen kurşunla ölmüştü. Babamdan geriye mahalledeki çakıl taşlarına sıçramış kan birikintisi kalmıştı. Birkaç gün sonra yağmur damlalarının taşıdığı kan birikintisi arka sokakların birinde toprağa karıştı. İkindiye müteakip kılınan cenaze namazında babamın birkaç sadık dostundan başka kimse yoktu. Mezar başında bir elin parmak sayısını geçmeyecek kadar insan vardı. Eve taziye için gelenlerden de babam için tek gözyaşı döken olmamıştı. Öyle ki annem köşede kıyıda biriktirdiği birkaç kuruşu vererek ağıtçı kadınları çağırmamı istedi. Babamı bir kez bile görmemiş bu kadınlar babama methiyeler dizmeye başladılar. Biraz sonra göğüslerine vura vura saçlarını çekiştirerek ağıtlar yakıp ağlamaya başladılar. Cenaze evi artık sahici bir cenaze eviydi.

Babamı morgda son bir kez görmemize izin vermişlerdi. Göğsündeki kurşun yaraları iki küçük karartıdan ibaretti. Teni, küçük bir bulut hüzmesinden yansıyor gibiydi. Gergin yüz hatlarına tutunmuş bıyığının altında belirsiz bir tebessüm duruyordu.

“Ayrılmak istemezsin uzun bir süre mezarları başından. Sonra birileri seni teselli ederek götürür. Alışmak zor ama alışıyorsun bir şekilde. Alışmak zorundasın.”diyerek bir şeyler geveliyordum.

Mezarda onları bir başına bırakıyorsunuz. Birkaç gün başsağlığı dileyenlerden sonra bir başına kalıyorsunuz. İşte o zaman ölümü tüm gerçekliğiyle hissediyorsunuz. Mesela yemek masasında sıcak bir anne tebessümü arıyorsunuz. Ama yemekler öylece soğuyor. Benim annem bahçede örgü örerken artık en sevdiği şarkıları mırıldanamayacaktı. Ağladığında beyaz tülbentiyle gözyaşlarını silemeyecekti. Babamın ektiği çiçeklerin tümü solacaktı. Babam, elimden tutarak renkli elbiseleri alamayacağını bildiğim vitrinlerin önünde gezdirmeyecekti beni. Akşam sofrasına ucundan koparılmış sıcak ekmekler gelmeyecekti. Yemekten sonra tatlı bir sohbet duymayacaktı duvarlar. Bir süre sonra anılar buğulu bir pencere gibi belirsizleşecek, ev koca bir mezarlığa dönüşecekti. Aslında ölen değil, kalan bir mezara tıkılıp kalıyordu.

“Evet, öyle.” dedi yaşından büyük bakışları ve sözleri olan çocuk.

“Ama ben senden şanslı değilim. Mesela sen annenin sesini unuttun mu? Ben unuttum. Sen babanın kokusunu hâlâ duyuyor musun? Ben hatırlamıyorum bile. Benim aklımın bir köşesinde biriktirip yeri geldiğinde seyre dalacağım hatıralarım dahi yok. Belki ileride hatırlayabileceğimi söylediler doktorlar. Umarım dedikleri gibi olur. Yoksa elimdeki tek şey birkaç fotoğraftan ibaret kalacak.”

“Umarım…” diyebildim sadece.

Bu acı hiçbir acıya benzemiyordu. En zoruydu belki de. Kaçınız anne ve baba kelimelerine hasret kalarak büyüdü? Kaçınız bu sözcükleri kalbinin köşe raflarına dizdi? Kaçınız o köşede kıvrılıp sayıklayarak ağladı? Değer verdiklerinizden kaçı onlar gibi kabullendi sizi?

Bilmiyoruz, hiçbirimiz bilmiyoruz.

Çaydanlıktaki su kaynadı, yağmur dindi ve çocuk ayağa kalktı.

“Bir çay iç de öyle git.”

“Sağ ol. Teyzemler beni merak ederler. Ben artık gideyim. Yolum uzun.”

Ne dediysem de ikna edemedim.

“Selametle.” diyerek yolcu ettim.

Pencereden bakınca bu aksi yürüyen çocukta kendimden bir parça gördüm. Sanki kalbimdeki yamalı parçalardan birini bu çocuk dikmişti. Sarı montu onu pek bir mahzun gösteriyordu. Son bir kez kulübeye doğru baktı. Anne ve babasının mezarının başına gitti. Elini montunun cebine atarak küçük bir kâğıt çıkarttı ve mezarın üzerine bıraktı. Sonra da ardına bile bakmadan gitti.

Merakım beni yenmiş, mezarlık başında soluğu almıştım. Çocuğun bıraktığı kâğıt parçası bir fotoğraftı. Fotoğrafta keskin yüz hatlarına sahip bıyıklı bir adam ve yanında uzun kumral saçlı, bal rengi gözlere sahip bir kadın vardı. Karı kocanın kucağında ise sekiz dokuz yaşlarında sarı montlu bir çocuk. Üçü de gülümsüyordu.


Like it? Share with your friends!

Ferhat Birlik
Uzun zamandır yollardayım. Elimde yeni yetme bir çanta. Güler yüzlü. Kendimi bilmediğim günlerden beridir yazıyorum. Bileceğim güne değin de yazacağım gibi. Yazacağız hayatı, ince elediğimiz tezatlıklarıyla.

0 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir