Güçsüz Pencereler Cephesinden


Bir ekrana bakarak kaç gün yaşanır? 2020 yılının yasaklarla dolu zamanlarında bu sorunun cevabını bilen pek muhtemel ki yoktu. Yalnızca gözlerini her gün bir tavana açan, ardından akşama kadar pencereden hiç değişmeyen dışarı manzarasını seyre dalan insanlar vardı. Kimi pencere boş ıssız bir sokağa bakar; kimi ise kepenkleri inmiş dükkanları, sessizlik yemini etmiş park halinde arabaları ve arada bir geçen maskeli insanları içine sığdırmayı başarırdı. Öyle ki manzarası hiç değişmeyen ilk tipin yanında bu ikinci tip pencerelere ‘güçlü pencereler’ denirdi. Ki onlar arkalarında yine güçlü bir diğer taraf bulundururdu; canlılığını henüz yitirmemiş gören gözler tarafı. Bu gözler tarihin anbean kaydını alır, bazen umut bazen pişmanlıkla normali beklerdi.  

Bizim apartmanın alt katında yaşayan Güler, güçlü bir kadındı. Hatta öylesine büyüktü ki gücü onun ekranı, güneşle açılıp güneşle kapanan bir ekmek fırınına bakıyordu. Yani mahalle sakinlerinin bütün dünyanın el ele hazırladığı maskeli baloya nasıl katıldıklarını izleyebiliyordu. Hatta ve hatta gelip geçenler arasında ona selam verenler, uzaktan da olsa hâl hatır soranlar bile vardı. Ne evinden çıkabilen ne de böyle herhangi bir yüz görebilenlere göre keyfi epey yerindeydi yani. Ancak bu görsel şölen, eşliğinde heybetli bir soruyu da getiriyordu: “Ekmek sorusu”. Cevap mutlaka soruda gizli, pencere ise bu işte yalnızca bir aracıydı. Güler bunu biliyor, günlerini bulmacasını çözmeye çalışarak geçiriyordu. Ekmek derdi insana neler yaptırabilirdi? Daha doğrusu neler yaptırmazdı ki!! Öyle ya, evden çıkma yasağı olsa dahi açıktı fırın. Demek her şeye bedel bir anlamı vardı. Dünya hastalıktan dönmeyi bıraksa açılacaktı, açılmalıydı. Neden peki, fırınsız yaşayamaz mıydık, yoksa zaten fırın için mi yaşıyorduk?

Bir gün dışarıdan baktığımda onu öyle dikkatle çevreyi seyrederken görmüş, merdivenlerden çıkarken kapısını tıklatmıştım. 2 adım geriden kapıyı açmış, nazikçe içeri davet etmemişti. Ben de davet edilmeyişime nazikçe geri adım atarak cevap vermiştim. Ardından yarım saat kadar ayak üstü sohbet etmiştik.

“Bütün mesele ekmek.” demişti. Haklıydı, haklı olduğunu herkes kabul ederdi. Ancak bir noktada hatası vardı. Bir meseleydi ekmek, bütün değil.

“Belki de.”

Konuşmanın sonunda aniden bir şey hatırladı, içeri girdi. Bir tabak dolusu un ve 2 hafta önce benden ödünç aldığı kitap ile geri döndü.

Değişik bir kadındı doğrusu. Aldığı una karşılık aynı ölçüde un! “Ne gerek vardı.” “Ben bunu kabul edemem.” gibi lüzumsuz kibarlıklar yapmadan elindekileri alıp merdivenlere yöneldim.

Evim en üst katta karşı cephedeydi. Güçsüz pencereler cephesi. Bizim tarafta ekran pek uğrayanı olmayan bir arka sokağı gösterirdi. Kenarlarına araba park edilemeyecek kadar dar, bir çöp konteynırının bile olmadığı bu gri sokak, öyle ki hiçbir apartman kapısının açıldığı yön de değildi. Küsülmüş bir alandı, yok sayılmış, unutulmuş bir alan.

Unu ve aldığım ekmeği mutfağa koyup kitapla birlikte manzaramın karşısındaki yerimi aldım. Hiçbir şeyi dökmeden eve girebilmiş olmam onur vericiydi. Bu onur zaman aşımına uğramadan kitabı inceledim. Ona bir zarar gelmediğinden emin olmalıydım. Ölçüsü gram şaşmamış, bembeyaz bir tabak un gibiydi. Bir an ayaklandım. Aşağı inip Güler’e unu okuyup okumadığını soracaktım. Zira, dokunulmamıştı kitap adeta. Ancak onu pek mühim bulmacasını düşünmekten alıkoymak istemedim, hem biraz da üşendim. İnsan bütün bu evde durma olayına alışınca tembelleşmiyor değildi. İlla bir ara uğrardım yine.

Kendime güzel bir kahve yaptım. Sıra benim mühim işlerimdeydi. Öyle ya, insan bir kez ekmek derdini aştı mı bu defa başka sorular yankılanıyordu kafasında. Yalnız bir ekrana bakarak ne kadar yaşanırdı mesela? Kişinin zar zor gerçekleştirdiği kendini, insanlığını unutması ne kadar vakit alırdı? Elbet bir gün pencereyi süsleyen özgür bir bitki olduğunu düşünür ve bunu düşündüğü anda da artık gerçekten “özgür bir bitki” oluverirdi. Kaçınılmazdı bu. Benim derdim, bu içten silinişe eşlik eden zamanı anlamaktı.

Aynı pencere, aynı manzara, aynı ben… Akışa dair hiçbir belirti yoktu. Dışarı baktığım her an, bir önceki ya da bir sonraki olabilirdi. Veya tamamen andan bağımsız kafamın içinde koca bir dosya kapağı. Uyuyordum belki, kim bilir? Ansızlığın içinde kalakalmıştım sanki. Değişimin yokluğu, gerçekliği buharlaştırıp hissedilmez hale getirmişti. Bitkileşmiş miydim? Özgür bir bitki miydim artık?

Kendime bir söz vermiştim. Yarın uyandığımda yahut 5 dakika 10 dakika sonra, “Pandemi bitmiştir, normale dönebilirsiniz!” diye anons edilse dahi ben cevaplarımı bulana dek evimde kalacaktım. Belki bu ömrümün sonuna kadar dışarı çıkmamak anlamına gelecekti, belki de bugün yarın kaçacak bir delik bulacaktım. Yalnız nereye gidersem gideyim bu teneke soğuğu, güneşin vurmadığı, sessizlik görüntüsü; zihnimdeki kalın dosyaya kapak olacak, muhtemelen de dosya hiç kapanmayacaktı. Bazen durduk yere Güler bu sayfaların arasından selam verecek, bazen kilometrelerce uzaktaki bir sokak lambasının yanı başında, kemiklerine kadar üşümüş bir adam ismimi söyleyecekti. Sayfalar pek mümkün ki camı açıp, ismimi söyleyen adama cevap verdiğimi bilecekti. Hatta yasakların ardına geçip beni bulan bu güçlü ses ile kendi sesimin teneke sokaktaki lambanın altında buluştuğunu resmedeceklerdi. Bitkiysem de soğukla dans etmiş bitki olacaktım. Öyle ya, toprağımdan çok uzaklara kurduğum hayallerim olmuştu!

Bir anda zil çaldı. Kalktım, kapıyı açtım. Gelen Güler’di. Bir tabak un istiyordu. Mutfaktaki tabağı ona verirken kitabı da uzattım. Sevinçle karşıladı, uzun zamandır eline kitap almamış, bir an önce okuyacakmış.

Pencereme döndüm ve perdeyi sıkıca kapattım. Çok uzaklara gidecektim.


Like it? Share with your friends!

Betül Nisa Genç
İstanbul Atatürk Fen Lisesi mezunuyum. Marmara üniversitesinde tıp okuyorum. Tam bir insan olabilmek ve insanı anlayabilmek için yazıyorum.

1 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  1. Öyle gerçek, öyle hassas noktalara dokunmuşsunuz ki ve bunu adeta bir nakışın ilmeklerini atar gibi satırlara dizmişsiniz. Sizleri tebrik ediyorum ve teşekkürü borç biliyorum.