Uyursam Geçer mi


Hemşire hanım, pencereyi açabilir misiniz lütfen?

Daha az önce kapattım, hava biraz serin, hastalar üşüyebilir.

Acil Servisler ilaç kokar normalde, bu ilaç kokusu değil, neden bu kadar iğrenç kokuyor burası? Havalandırma çalışmıyor mu?

Akşamüstü ağır bir hasta vardı şu karşıdaki yatakta, derisi dökülüyordu genç bir delikanlının. Koku şimdi biraz hafifledi aslında.

Derisi mi dediniz? İnsan eti ne kadar da iğrenç kokuyormuş! Değiştirmediler mi yatağı çarşafı, temizlik yapılmadı mı?

Yapılmaz mı, ama geçmiyor, bu koku kalakaldı serviste…

Öbür tarafa geçeyim o zaman, yer boşalmadı mı öbür taraftan?

Sonra öbür taraf demesine güldü içinden Ahmet Hoca. Öbür tarafa geçmek istiyorsun ha! dedi kendi kendine. Daha zamanına var, sabırlı ol Aldo Biancom.

Boşalan ilk yatağa sizi alacağım, merak etmeyin, biraz sabredin lütfen. Zaten fazla kalmayacaksınız, kırk elli dakika sonra biter serumunuz.

Ahmet Hoca hemşireye teşekkür etti, kafasını yastığa gömdü tekrar.

Derisi dökülmek ne demek? Bu koku nasıl koku böyle? İnsan eti böyle mi kokuyor? Allah şifasını versin inşallah, ne kötü hastalıklar var demek ki. Şükretmek lazım, her halimize şükretmek lazım, bazı insanların gerçek sorunları var hayatta, diye düşündü içi burkularak.

Yemeyecektim şu tavuk etini, gece gece bağırsaklarımı bozdum işte. Olsun, ne yapayım, her işte bir hayır vardır, buraya gelmek, bu kokuyu ciğerlerime çekmek nasipmiş bu gece. Şükret Ahmet, her haline, her dakikana, her saniyene şükret ve sağlıktan başka hiçbir şeyin önemli olmadığına bir kez daha şahit ol.

Serum kırk elli dakikada biter demişti hemşire, bu kadar yavaş damlarsa iki saatte bitmez, ne kadar da büyük, litrelik mi bunlar? Eskiden kavanoz gibi serumlar vardı, şimdi plastik torba içinde. Ne yazıyor üstünde? Aman Aldom boş ver şimdi, ne yazıyorsa yazıyor. Aaah karnım, çok kötü karnım ağrıyor, gurulduyor resmen…

Hemşire hanım, hemşire hanım lütfen bakar mısınız?

Hemşire gelinceye kadar birkaç kez daha seslendi Ahmet Hoca, her defasında sesini biraz daha yükselterek.

Efendim, buyurun ne istemiştiniz?

Çok özür dilerim, lavaboya gitmem lazım, şu serumu çıkarabilir misiniz lütfen?

Ahmet Hoca yavaşça kalktı, yatağın altında ayakkabılarını aradı, ne zaman ve nasıl çıkarmıştı ayakkabılarını, hatırlamıyordu…

Lavabo çıkışı Acil Serviste boş yatak olup olmadığına dikkatli dikkatli bakarak geçti hastaların, hasta yakınlarının yanından. Bağırıp çağıranlar, ağlayanlar, inleyenler, ruhu bedeninden çıkmışçasına sessizce yatan hastalar…

İyice morali bozuluyor, hastalara bakamıyordu, panik atak, anksiyete ya da her neyse işte… İçi pır pır etmeye başladı Ahmet Hoca’nın. Biran evvel çıkmalıyım buradan, eve gitmeliyim, eve gitmek istiyorum diye fokurdamaya başladı yüreği…

Ne kadar kötü kokuyor burası gerçekten. Bu yüzden mi gömülüyoruz? Ruhumuz da kokar mı acaba? Senin ruhun nasıl kokuyor Aldo Bianco?

Ahmet Hoca lavabodayken yatağının hemen karşısındaki yatak dolmuştu. Göz ucuyla bakınca orta yaşlı bir kadın gördü, yanındaki de kocasıydı herhalde. Kadın böbrek sancısı çekiyor, kıvrım kıvrım kıvranıyor, alnındaki terleri elindeki küçük sarı havluya siliyordu.

Bir dahaki kalkışta ayakkabılarını kolay bulabilmesi için dikkatlice çıkardı, düzeltti ve yavaşça yatağın altına doğru itti topuklarıyla. Yatağa uzandı ve peşinden gelen hemşirenin serumu takmasını izledi. Bu sefer hiç konuşmadı hemşireyle. Sadece baktı, yüzüne baktı, gözlerine baktı, dudaklarına baktı, burun deliklerinin nasıl kocaman şiştiğine baktı.

Cep telefonunu çıkardı cebinden, saat sıfır iki yirmi iki. Serum üçte bitse, hastanenin karşısında mutlaka nöbetçi eczane vardır, ilaçlarımı alır oradan bir taksiye atlar eve giderim inşallah. Allahtan yarın okul yok, cumartesi pazar iyice dinlenir, ilaçlarımı düzenli kullanır kendime gelirim diye düşündü Ahmet Hoca. Bu gece uzun olmayacak…

Kimden gelmiş bu mesaj gece gece? Nereden de buluyorlar telefonumu kardeşim? Bana ne sizin reklamınızdan. Allah Allah! Şikâyet etmek lazım bu reklam gönderenleri… Sinirlendi, cep telefonunu cebine koydu, seruma baktı, sol tarafına baktı, üç boş yatak ve karşılarında üç boş yatak daha, beş metre ileride kapısı olmayan bir kapı ve sonra hemşirelerin sessizce oturdukları hemşire masası. Onlar da cep telefonlarına bakıyorlar. Onlara da mı aynı reklam geldi yoksa? Yoksa oyun mu oynuyorlar? Biraz olsun dinlenip kafa dağıtmak istiyorlardır belki. Zor be! Acil Servislerde çalışan doktor ve hemşirelerin işleri çok zor, Allah sabırlar versin hepsine, diye düşündü…

Sonra onu gördü Ahmet Hoca…

Orta boylu, minyon tipli, kılığı kıyafeti bakımsız, turkuaz bir kol çantasını koltuğunun altına almış, parmak uçlarında yürüyen genç bir kadın hayalet gibi gelip Ahmet Hoca’nın sol karşısındaki yatağa kedi gibi süzüldü ürkekçe.

Biraz doğruldu Ahmet Hoca. Bu genç kadın çok dikkatini çekmişti. Arkasındaki yastıkları dikleştirdi ve kendini biraz yukarı çekti yatakta, şimdi daha iyi görebiliyordu genç kadını. Ne kadar da meraklısın Aldo Bianco! Boşuna meraklı Melahat demiyorum sana…

Saçı başı amma da dağınık bu kadının, ayakkabılarını da çıkarmamış… Çantasını koltuk altına sıkıştırmış, ellerini karnına doğru çektiği dizlerinin arasında birleştirmiş yatıyor, cenin pozisyonu bu olsa gerek. Üşüyor bu, kesin çok üşüyor, yazık, ne oldu acaba? Neden serum falan takmıyorlar sana? Neden ilgilenmiyorlar seninle ablacım? Hemşire nerede? Benim gibi yalnız gelmiş hastaneye herhalde, belki de yakınları içeride gerekli işlemleri yapıyorlardır. Anlarız biraz sonra…

Öylece bakakaldı Ahmet Hoca. Genç kadın gözlerini kapatmış, derin bir uykunun koynunda geriniyordu adeta. Bacakları ne kadar düzgün, bu serin havada file çorap mı giyilir be ablacım!.. Elbette üşürsün. Yok yok, muz çorap da var altında sanki. İki çorap giymişsin sen, muz üstü file, file içi muz mu deseydim yoksa? Yeşil eteğin kalın bir şeye benziyor, kadife mi o? İyi yapmışsın, sıcak tutar seni. Üstündeki siyah deri ceketin gerçekten yakışmış sana, demek isterdim, o da olmamış be abla. Rengârenksin ne güzel, her renk var sende. Kim bilir sende daha neler neler var?

Aldo Bianco kendine gel!..

Ya çekilsene kardeşim önümden! Allah Allah!.. Benden fazla panik olanlar da varmış demek ki, diye düşündü Ahmet Hoca. Karşı yataktaki hastanın kocası panik içinde bir hastasının yanına, bir hemşire masasına koşuşturuyordu. Az sonra hemşire geldi, içine kan dolmuş serum hortumunu düzeltti ve adamı sakinleştirdi. Onlar da kokudan çok rahatsız olmuşlardı besbelli ama yanlarına yeni gelen genç kadından daha çok rahatsız olmuşlardı. İki yatak arasındaki krem renkli, üstü lekeli perdeyi çektirdi kocasına yatakta yatan orta yaşlı kadın.

Kocanı mı kıskandın yoksa sen, diye düşündü Ahmet Hoca. Siz var ya siz, ne cinsiniz!..

Kocasına perdeyi çektirdikten sonra yanındaki sandalyeye oturtup ellerini tutmasını istemiştir mutlaka. Aman aman, sizi görememem daha iyi oldu. Ne yaparsanız yapın perde arkasında. El ele tutuşuyorlar, Acil Serviste romantizm bu olsa gerek. Sana olan aşkım Acil Servislerde en acil seviyelere çıkıyor sevgilim diyordur şimdi karısına adam. Ya da kadın adamı bir güzel haşlıyordur, gördüm, o genç kadına nasıl baktığını gördüm, eve gidelim, bak neler yapacağım sana diyordur…

Kimsin sen be abla? Ne güzel uyuyorsun öyle. Seni uyandıracak prensin nerede? Hâlâ bitiremedi mi işlemleri içeride? Yok, kimsenin gelip gittiği yok. Az önce hemşirenin sana nasıl baktığını da gördüm. Tanıyorlar artık seni burada, sık sık geliyorsun buraya değil mi? Uf yine bizim sarhoş geldi der gibiydi hemşire. Burası da o kadar kötü kokuyor ki, içki kokusu alamıyorum. Belki kör kütük sarhoşsundur, yoksa hap falan mı içtin? Derin bir uyuşmuşluk vardı sanki deminki yürüyüşünde. O kadar çabuk gözlerini kapatmıştın ki, canlı yayında rüyalar âlemine geçişinin geri sayımını izlettirmiştin bana.

Kesin şimdi rüya görüyorsun, kapaklarının altında oynaşıyor gözlerin. Senin gözlerin ne renkti abla? Ben bakamam kimsenin gözlerine, kimsenin göz rengini bilmem ben… Çok oldu gözlerle ilişkimi keseli, göz göze gelemem kimseyle. Ruh ruha geldim ama sanki seninle. Mıknatıs mısın sen yoksa? Yoksa ben mi mıknatısım? Ne diyorlardı? Tevafuk muydu neydi? Hiç de anlamam bu eski kelimelerden, hiç de sevmem bu kelimeleri kullanarak konuşanları. Tesadüf derim buna ben. Hani hiçbir şey tesadüf değildi bu hayatta Aldo Biancom? Neden buradayız şu anda, kime bakıyor gözlerim, kimin kokusunu alıyor ruhum? Kokuyor Aldo, burası ruh kokuyor…

Sen nasıl konuşuyorsun acaba? Sesin nasıl gelecek kulaklarıma? Duyabilecek miyim dudaklarının arkasındaki titreşimleri? Ses tonun nasıl? Sesinden tanıyacağım seni, vurgun yemeden yavaş yavaş ineceğim ruhunun derinliklerine…

Az sonra ama… Şimdi lavaboya gitmem lazım… Aaah karnım, neden geçmiyor bu kramplar, bu sancı?

Hemşire hanım, hemşire hanım!.. Özür dilerim, ben, şey, yine gitmem lazım lavaboya…

Gereği yok. Az kaldı zaten, sizi rahatsız etmeyeyim, başkasını alın siz o boş yatağa, teşekkür ederim. Alıştım sanki bu kokuya da, dedi Ahmet Hoca hemşireye…

İnsan nelere alışmıyor ki değil mi Ahmet Hoca? En berbat durumların içinde olsa bile her şeye alışmak zorunda kalıyor. Yoksa en berbat durum zannettiği şeyler aslında şimdiye kadar beden ve ruhunda taşıdığı ağır yükleri boşaltmasına vesile olan fırsatlar mı oluyor?

Sırtını kamburlaştırma be ablacım. Saçlarına da o renk röfle yaptırma bir daha, ne o öyle? Pembe mi, mavi mi? Hayret bir şey!.. Ombre yaptırsaydın daha iyiydi sanki… Anladık, kuaför terimlerine bakmışsın bu satırları yazarken. Sen de ne meraksızmışsın Ahmet Hoca! Hiç mi benden örnek alamadın? O kadar zor muydu iki kelimeyi öğrenmen? Cevher Hanım’ın hatırına öğrenebilirdin haftalar önce.

Cevher Hanım! Nasıl doğru mu öğrenmişim? Sizce Aldo’nun bana söylediği doğru mu? Meraksız mıyım ben?

Cevher Hanım kim mi? Doğru ya, siz bilmiyorsunuz değil mi? Okumadınız o zaman? Ne yazık! Ahmet Hoca’nın Cevher Hanım romanını hâlâ mı okumadınız? Kimse kim!.. Söylemiyorum işte, pardon yazmıyorum işte, merak edin de okuyun. İyi yaptım değil mi Cevher Hanım? Oh olsun, nasıl olur da okumazlar sizi? Frau Cevher. Verbotene Liebe Frau Cevher…

Ahmet Hoca kısık kirpiklerinin ardından baka baka, yavaşça geçti bu sefer genç kadının yanından… İçki kokusu yok, sarhoş değil, uyuşturucu bağımlısı herhalde, diye düşündü.

Genç kadın ellerini çıkarmış iki dizinin arasından, birisiyle sağ dizinin üstünü kavramış, pembe renkli oje sürülmüş manikürlü ince ve uzun tırnakları dizine batarcasına, öbürü sol yanına düşmüş, avuç içi çizgileriyle tavana bakıyor adeta. Kimsin sen abla?

Az kaldı serum, bu genç kadının uyanacağı da yok. Olsun, serum bitse bile dışarıda beklerim onu, diye düşündü Ahmet Hoca. Yoksa serumu mu kıssam ne yapsam? Hemşireye de maşallah! Hemen gelip takıyor serumu yerine. Biran evvel gitmemi mi istiyorsun? Alıştım kokuya dedim ya az önce. Burnumun direkleri kırılıyor ama gözlerimin kapakları kapanmıyor şuradaki abla gibi…

Güvenlik görevlileri geldi sonra. Kaba bir şekilde uyandırdılar genç kadını. Hadi dediler, başımıza bela olma çek git dediler, burası otel değil dediler…

Burası otel değil? Kalacak yerin mi yok senin? Durun rahatsız etmeyin, uyandırmayın onu. Bırakın uyusun, bırakın aksın gecenin içine… Diyemezdi tabi böyle Ahmet Hoca, Aldo Biancodan da hiç ses çıkmadı…

O nasıl bakıştı öyle? Genç kadın küçük zeytin gözleriyle güvenlik görevlilerine yalvaran bir öfkeyle baktı. Tutmayın kolundan, rahat bırakın onu… Oğlumu verin bana!..

Önce yavaş sonra da hızlı adımlarla çıkarken Acil Servisten bakabilirdin bana da ablacım? Neden sola çevirmedin ki başını? Nereye? Dur bekle, geliyorum!..

Ahmet Hoca son kez seslendi hemşireye aceleyle, serum bitmemişti ama güzel bir müziğin sonuna gelmeden başa almak tadında bir aceleyle, tekrar tekrar görmek isteğiyle koşmak istiyordu onun ardından. Hadi hemşire hanım, çabuk olun dedi bakışıyla feryat ederek. Hemşire de ne akıllı? Anladı mı ne? Neden yavaşlıyorsun? Hadi dedim ya, çabuk…

Oh çok şükür… O kadar korkmuştum ki sesini duyamayacağım diye. İyi ettin be ablacım, ne iyi ettin de oturdun şu bankın üstüne, diye geçirdi içinden Ahmet Hoca ve sorgusuz sualsiz bir kuğunun kanat çırpışındaki kabarıklıkla oturdu genç kadının yanına.

Bakma, dönüp bakma bana sakın. Her yanına oturduğum çekti gitti. Göz göze de gelmeyelim seninle, konuşma sakın benimle. Sigaralarımızın dumanları konuşuyor nasıl olsa baksana…

Gümüş nehirdeki yalnız kuğunun sigara içtiğini de ilk kez görüyorum biliyor musun? Şimdi daha iyi anladım o velimi. Okul kapısı önünde sigara içerken görmüştü beni ve sen de mi Ahmet Hoca, sen de mi sigara içiyorsun, hiç yakışmıyor sana demişti, yakıştıramamıştı bana. Ne cevap vermiştim o velime acaba? Ya da cevap verebilmiş miydim? Hatırlamıyorum. Onu ancak şimdi anlayabildim biliyor musun? Yakışmıyor sana da, sen de sigara içme bir daha olur mu? İçme be! Yazık sana…

Sakın düşürme sigaranın ucundaki o külü yere, bekle… Dondur bütün zamanı güvenlik!.. Burada çıkıyoruz filmden… Yeni sigara yakacağım, bekle… Paylaşmak için kuğuların mutsuzluğunu, bekle! Sigaramın ucuna dolacak küller, hepsi toplanacak… Eskiden küllerle temizlerlerdi kararmış, yanmış tencereleri bilir misin? Yanan birinin külünü ancak başka bir kül temizler. Kül küle küller içinde kalırcasına…

Sabaha kadar yansın dursun sigaralarımız, güvenliğe inat çöp kutusu üzerine değil gözyaşlarımıza atalım sigaralarımızı. Üzerlerine basalım sonra, hem izmaritlerin hem de gözyaşlarımızı kızdıran sessizliklerin…

Hâlâ konuşmayacak mısın benimle? Duyamayacak mıyım sesini? Merak etme, bir paket daha var çantamda. Güneş doğana kadar yeter ikimize de. Sonra çıkıp alırız yeni paketleri, gelir misin benimle?

Sağlıklıymış biliyor musun? Öfkelenmek çok sağlıklıymış. Yoksa bu güvenlik görevlilerine mi sataşalım, bağıralım çağıralım ister misin? Ortalığı birbirine, bizi bize katalım, ister misin?

Oturdular, saatlerce oturdular o bankta. Peş peşe sigara yaktılar, hiç konuşmadan, hiç bakışmadan. Kocaman bir hiçlik içinde, Acil Servis giriş kapısı önünde…

Gelen gidene aldırmadan, görmeden, bakmadan, duymadan… Sadece sigaradan çıkan dumanları konuşuyordu. Kanat çırpıyorlardı, şaha kalkıyorlardı, dörtnala gidiyorlardı küskün ümitsizlik nehirlerinin üzerinden… Bütün kılıçlar atılıyordu aşağıya benliklerindeki surlardan, geriye gün doğumuna yüz çevirmek kalıyordu sadece. Ya kapıdan içeriye girecekler ya da sırtlarını döneceklerdi birbirlerine…

Yanıyordu, sadece sigaraları değil bütün İstanbul yanıyordu… Alevler sarıyordu her yanı, dönmeyecek misin hâlâ? Dön yüzünü artık bana…

Uyursam geçer mi? Sen bu yüzden mi uyuyordun yoksa? Saatin tik taklarını ileri almakla hiç iyi etmedim aslında. Korkuyorum, içim ürperiyor, tüylerim diken diken oluyor!.. Uyanırsam ne olur? Neredesin?

Ahmet Bey! Uyandınız mı? Serumunuz bitti, istediğiniz zaman gidebilirsiniz…


Like it? Share with your friends!

Ahmet Gencal
İngilizce öğretmeni. Psikolojik denemeler ve öyküler ustası. Zamanla tıpkı bir çaykara gibi arıtılıp gün yüzüne çıkan damıtılmış yaşanmışlıklarını eserlerinde kullanıyor.

2 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir