Görmüyordu, kimse yüzündeki gözü; geçen arabayı, insanı, kolundaki eli, elindeki parmakları. Akan kör sular gözündeki can kanını görüyorken…
O farkında değildi, aylardır onunla adım atıyordum. Adımlarım, düşüncelerimi; düşüncelerim, adımlarımı bağlıyordu. Akşamları şahit olduğum, anahtarıyla kapısını açan adam sıradanlığını anlatırken, açtıktan sonra anahtarı tekrar camın önüne bırakınca zihnimde oluşturduğu rüzgârı, aklımı Allah’a emanet ettiriyordu.
Allah’a emanet ettiğim başkaları da vardı. Onlar kim miydi? Ölülerdi… Bu dünyada ölüler diyarına katılmasını istediğim insanlar vardı… Onlar kim miydi? Kimseyi görmediklerinde nasıl adım atmaları gerektiğini bilmeyen, tüyleri titreyen, belirlenmiş benliği taklit etmeye boğulmuş, intihara sürükleyemeyecek kadar yolsuz beyinler. Sinsiliği zeka yapmışlar. Dünyada görülmeyen lağım pisliğinin içine sokup sokup çıkartırken başkalarını, kendilerini güçlü hissedenler; bilselerdi, gösterdiğim sabrın yanında yüzleri lağım pisliği kadar bile temiz değildi. Ölmeleri çok yeri temizlerdi. Ya gittikleri yer, o zaman vazgeçiyordum. Ölülerin rahat etmesi, benim rahat etmemden daha önemliydi…
Aylardır onunla birlikteydim, ama vücudunda biriken iplerin anlamını çözememiştim. O, farklıydı. Ölmelerini istediğim kişilere benzemiyordu. Oturduğum koltuk, her an içinde döndüğüm yatak rahat ettirmiyordu. Dayanamayıp daha gün ağarmamışken evinin önüne gitmeye karar verdim. Her zamanki gibi güneş doğmadan iki dakika önce odasının ışığı yandı. Bir süre sonra kapı açıldı. Her günkü adımlarını yine aynı şekilde atıyordu. Camın önüne varması yedi adımdı. On yedi adım sonra sokağı dönmüştü. Bugün o anahtarı kime bıraktığını çözecektim. Camın önüne bakmaktan bir an bile vazgeçmedim. Beklerken, güneş sağ omzumdan başlayıp sol omzumdan aşmıştı. Evrende oturmayı seven tek millet insandı. Hava neredeyse kararacaktı, anahtarı kimse gelip almamıştı. Ne diye, kime bırakmıştı? Daha fazla sabredemeyip, içeriye girdim. Sahip olduğum sakatlığım ve iğrençliğim elimde duran anahtarla midemi bulandırdı. Evi dolaşmaya başladım. Onun da noktaları vardı. Bir sonraki cümlenin izini taşımadan her cümlenin cehennemle cennet arasına sıkışmış halinin, can çekişi sırasında oluşan küçük kara delikleri. Bu siyah noktaları, kanepenin üstüne, perdeye, lambaya, yerdeki halıya ve camın yanında duran saksıya işlemişti. Bunların hepsi beynimin oyunu muydu? Bu kadar terlemem normal değildi.
Bir anda kapı vurulmaya başlandı… Her yer aydınlık sayılırdı… Gecenin gölgesindeki karanlıktan daha ürkütücüydü gündüzün gölgesindeki grilik. Kapıyı açmam gerekiyordu. Göz göze gelince, neden burada olduğumu açıklayamayacağımdan konuşmasına izin vermeden;
-Sorular olmasa. Adın ne? Soyadın ne? Kimsin sen? Ne işin var burada? Hatta kimim ben?
Hiçbir şey sormadı. Yokmuşum gibi camın sol köşesinde duran masaya yiyecek bir şeyler getirdi ve oturdu. Gel demedi. Git demedi… Tek kelime dahi çıkmadı ağzından. Ama her şey berraktı. Masaya oturduktan sonra konuşmaya başladık.
-Bir rüzgar var dedi.
Bense terden boğuluyordum.
-Ağaçların dalını oynatmayan bir rüzgar. Bildiğimiz tanımların doğruluğunu yanıltan.
Ne düşüneceğimi bilemiyordum. Karşımda duran adam, doğru kararlar alabilecek yetide değil miydi? Parkelere değen ayaklarımı hissetmiyordum. Ne olduğunu anlamaya çalışan bakışlarına kayıtsız kalamayıp;
-Ayaklarım sanki boşluktalar, dedim.
-Herkes boşlukta. Aralarında tek bir farkla yaşıyorlar. Sorsan; kimisi, boşluğunda yere basıyor, her şeyi biliyor… Kimisi de karanlığın içinde öyle bir ışık olmuş ki, derdi ne karanlığı yok etmek ne de kendini aydınlatmak. Ayakları da yere basmıyor. Bir an bile düşmeden en sağlam durduğu yer. Her şeyi bilmiyorken, doğruyu bilenler… Asıl bilenler, yere basmayanlar. Dedin ya, “hiçbir şey sormasan”; hiç kimsenin soru sormadığı, cevap vermediği yer…
Akıttığım ter, duyduğum her cümlede daha da artıyordu. Beynimi de nefes alan ama kımıldayamayan bir gerçeğe sürüklüyordu.
-Öğrenmek sorular ile başlamamış mıydı?
-Sorular, ben yaratıklarını doğurur… Ve sorular, yarattığın çamurun içindeki düzlüktür.
Her şey iyice karışmıştı. Fark etse gerek açıklamaya devam etti.
Soru sormadan kendini bilir çocuk. Hissettiği, bildiğidir. Ve doğru olandır. Çünkü hepimize öğretilmişti. Acının içinde öğrendiğimiz, her an yenilerini yerleştirdiklerimiz, bildiklerimizi hatırlayabildiğimiz kadardı… Yer kürenin resmini görmeyen bir çocuğa, sorsan dünya nerede parmağının ucuyla gösterir. Bize her şey anlatılmıştı…
Nasıl oldu anlayamadım; onunla ilgili tam tersini düşünmeye başlamışken bir anda ağzımdan başka bir cümle çıkıverdi.
-Çok mu zekisin?
Biraz bekledikten sonra,
-Ölümün insan üstünde nasıl durduğunu görmüştüm…Her an gözünü açacakmış gibi. İki ayaklılardaki zeka da öyle gelir.
Portakal kabuğu üstündeki böcek, tek renge boğulmuşken, her noktası farklı yolda yürür. Bu noktalar da özgürlüğün sonunu, yobazlığın yokluğunu yaşar…Bu masayı da portakal say…Öğretileni yaşayanlar, asla unutmadılar…
0 Yorum